On sekiz olmadan önce, geleceğiniz hakkında beklediğiniz tek bir şey vardır:
Reşit olmak.
Hele ki çocukluğunuz kısıtlayıcı ve çaresiz geçtiyse,
gerçekten ama gerçekten bir şeylere başlamak için reşit olmayı beklersiniz.
Çünkü amaç reşit olmak değil;
amaç özgür olmaktır.
Ehliyet alacaksınız...
Artık doktora gittiğinizde ebeveyninizin yanınızda olması gerekmez.
Kimsenin yetkisi olmadan pasaport çıkartabilirsiniz.
Ve bazılarınız yasal yollardan içki alıp kulüplere gitmeyi bile planlayabilir.
Hayatınızın “gerçek başlangıcı” için
on sekiz yaşınızı sabırla, heyecanla,
bir dünya hayalle ve umutla beklersiniz.
Beklersiniz beklemesine de...
bok beklersiniz.
Çünkü bu yaşın ardında bırakıp gittiği,
garip, sinsice yayılan, virüs gibi bir sendrom var.
Ben Çoban.
Burası da Çoban Fikirleri.
Bugün,
on sekiz olunca özgür olacağını zanneden,
dilediği hayatı yaşayacağını düşünen,
“özgürlük özgürlük” diye yırtınan çocuklarımıza
aslında nasıl bir normalliğe adapte olduklarını
bizzat kendi deneyimimle anlatacağım.
Ama doğrudan “şöyle olacak, böyle olacak” demeyeceğim.
Belki aranızdan birileri çıkar da, gerçekten dediğini yapar.
Kim bilir?
Bu yüzden soru soru ilerleyelim.
Ve lütfen:
samimi olalım.
Neden On Sekiz?
Hatırlıyor musun, önceki yazımda “özgürlük” ve “cahil insanlar” hakkında konuşmuştuk?
Hah, işte bu yazı da o yazının devamı gibi.
O bahsettiğim özgürlük var ya — uçup gitmekle değil, iz bırakmakla ilgili olan…
Bu blogda o özgürlükten sıkça bahsedeceğim.
Hatta o kadar bahsedeceğim ki, kuş gibi uçup gitmek isteyeceksiniz.
Ve ben…
arkanızda iz bırakmadığınız için üzüleceğim.
Lise hayatım — yani on sekiz yaşımdan küçük olduğum gençliğim —
hep mezun olmanın ve reşit olmanın hayaliyle geçti.
Farklı farklı hayallerim vardı.
İnanılmaz gözümde büyüttüğüm şeyler...
Ve daha fazlası.
Ben zannettim ki,
reşit olunca hayatım değişecek.
Yeni başlangıçlar yapacağım.
O yüzden sürekli bekledim.
Reşit olunca zayıflayacağım.
Reşit olunca öğreneceğim.
Reşit olunca başlayacağım.
Reşit olunca falanca yere gideceğim.
Aile evinden taşınacağım,
Yeni kıyafetler alacağım,
Şu arkadaşımla konuşmayı o zaman keseceğim...
Bu planlarımın sonu reşit olmakla mı,
yoksa mezun olmakla mı biter, bilmiyorum.
Ama tek bildiğim şu:
On sekizime ve mezuniyetime aynı gün ulaştım.
Şimdi burayı okuyup yadırgayacaksınız.
“Herkes senin gibi değil,” diyeceksiniz.
Biliyorum.
Elbette herkes benim gibi değil.
Ama benim gibi olan da yok mu aranızda?
Amacım hevesinizi kırmak değil.
Hayallerinizi suya düşürmek de değil.
Tam tersi:
Bu sayfayı yeni hayaller kurmak isteyenler için kurdum.
Ve gerçekleştirmek isteyen milyonlarca genç için yazıyorum.
Yalnız değilim.
Ve sen de değilsin.
Sana ne demeye çalışıyorum biliyor musun?
Reşit denen bu aptal sınırlandırılmış iki haneli yaşı bekleme.
Şimdi yap.
Şimdi başla.
Şimdi değiştir.
Elbette devletin koyduğu bazı sınırlandırmalar var — bizzat biliyorum.
Yasal süreçleri bir kenara bırak demiyorum ama onlar için heyecanlanma.
Zaten eninde sonunda oluyorlar.
Ve sen farkına bile varmıyorsun.
Değişim kendinden başlamalı.
Zihninden...
Ve belki de bedeninden.
Bahsettiğim Sendrom Tam Olarak Ne?
Büyüyememe çabası.
O gençlik konfor alanınıza öyle bir alışıyorsunuz ki...
Reşit olduktan sonra bile değişmiyor.
Ve siz on sekizinci yaşınıza
“hiçbir şey değişmedi” diyerek giriyorsunuz.
Ya da en azından bir hafta sonra öyle hissediyorsunuz.
On sekiz, çocuk gibi hissetmemeniz gereken bir yaşken
aynı zamanda tam olarak olgun da olmamanız gereken bir yaş.
Ve siz tamamıyla arafta kalıyorsunuz.
Olgun mu olmalıyım?
Çocuk mu?
Yaşınız gibi davranmayı beceremiyorsunuz çünkü on sekizin bir yaş kriteri yok.
On yediyle yirmi yaş arasında olan iki insanın yaşları
giyiminden, halinden, tavrından aşağı yukarı anlaşılır.
Ama on sekiz…
belli olmaz.
Bazen stilinizi değiştirme çabasına girersiniz.
Kendinize ait bir tarz bulmakta bile zorlanırsınız:
“Artık aşırı bol paça pantolon giymek istemiyorum...”
“Bu eteğin modeli yaşımı biraz büyük mü gösterir?”
“Bu tişört çok mu ergence?”
Sonra fikirleriniz değişir.
Eskisi kadar inanılmaz düşünceleriniz yoktur.
Aklınız bulanıklaşır.
Bir konu hakkında kendinizi yormazsınız.
Belki de artık düşünmekten sıkılmışsınızdır.
Belki de üniversite hayatı eğlencelidir, düşünmeye vaktiniz bile kalmaz.
Ama hâlâ bu sendromun içinde
kendi kendinize savaş veriyorsunuz.
On sekiz yaşın benim için en çarpıcı yanı neydi biliyor musunuz?
Hayal kurmadan uyumak.
Yaklaşık bir yıl önce yetişkinler hakkında şunu düşünüyordum:
“İnsan nasıl hayal kurmadan uyuyabilir ki?”
“Gerçekten mi? Hiçbir şey hayal etmeden mi?”
Çünkü hayal kurmak benim hayatımın en temel parçasıydı.
Hatta bu durumu bir hastalık haline getirdiğime yemin edebilirim.
(Not: Bu hayal kurma meselesini başka bir blog yazısında anlatacağım.
Peter Pan sendromuna da değineceğim.)
O zamanlar hayal kurmaktan uyuyamıyordum.
Ama şimdi?
Uykularım, daha önce hiç bu kadar sıkıcı olmamıştı.
İşte bu da büyümenin en acı on sekizi.
Sonuç Olarak?
On sekiz yaş, siz anlamadan bir anda gelir
ve yine siz anlamadan, yavaşça sizi gerçeklikle yüzleştirir.
Ne yapacağınızı bilmeyeceğiniz,
hatta yaşantınızda nereye koyacağınızı bilemediğiniz bir geçiştir.
Bu sendromdan kurtulmak için elimde sihirli bir çözüm yok.
Onu da siz bulun bari.
Benim diyebileceğim tek şey şu:
Bir defter al.
Çocukluğundan, hayallerinden son bir kanıt bırak.
Gelecekteki genç haline bir hatırlatma olsun.
Çünkü yirmi sekizinde, otuz sekizinde,
şu anda bile özlediğin şeyleri daha da çok özleyeceksin:
Hayal kurmayı
Tembellik yapmayı
Çocuk olmayı
Zamanla kendinden vazgeçip
bir yetişkin olacaksın.
Olacağım.
Ve o zaman:
Hayal kuramayacak kadar yorgun,
Geleceği düşünemeyecek kadar sorumluluk sahibi olacağız.
Kendine zaman ver.
Anı yaşa.
Başlayacaksan,
onu bunu beklemeden başla.
Yoksa...
O kadar büyük umutları olup
hiçbir halt edemeyen
nesillerden olacağız.
Yani sonuç olarak:
Reşit olmak çokta beklemeye değer bir şey değil!

Yorumlar
Yorum Gönder